Cenaba-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de Lokman Aleyhisselam Suresinde Ayet 10’da şöyle buyurmuştur:

meali: ‘allah, gökleri, gördüğünüz şekilde direksiz yarattı. Arza da, sizi sarsmaması için (kazıklar halinde) böyük dağlar yerleştirdi. O arzda her bir canlıdan üretti. Hem biz, gökten bir yağmur indirdik de (onun sebebiyle) yar yüzünde her sınıftan gözel nebatlar bitirdik.’  

Cenabi hak kurani kerimde lokman aleyhisselam suresi ayet 11 de şöyle buyurmuştur.

 

Meali: ‘ işte bu gördükleriniz, allahın yarattıklarıdır. Haydi gösterin bana allahtan başkası ne yaratmış? Hayır, 0 zalimler (müşrikler) apaçık sapıklık içindeler.’ 

ـــــــــ

Şu mükevvenati[1] alemin (yaradılmışların) her hangi bir sınıfının her hangi bir ferdi (teki) ele alınacak gerek ibtidaen (başlangıçdan) mevcud (bulunması) olabilmek  ve gerek mevcudiyetini (varlığını) idame (devam) edebilmek hususlarında kendilerini bir aczi mutlak(şartsız kaytsız acizlik) içinde bir ihtiyacı mübrem (kati bir surette ihtiyaç) karşısında buluyoruz.

Mükevvenatın (yaratılmışların) en mümtaz (farklı surette, imtiyazlı) sınıfı olan insanlara atfı nazar edelim (göz atalım):

Biz biliyoruz ki kendimizi kendimiz yaratmadık ve dünyaya kendi ihtiyarımızla (seçmekle) bile gelmedik bir et ve ya kemik yapmayı öğrenmeden hatta teşekkülati bedeniyyemizi (bir şekil ve heyet) iyice bellemeden ve hatta bedenimizde mevcut olan (bulunan) ruh, akıl, fikir,ğadap, şehvet, vehim gibi kuvvetlerin mahiyetleri (hakikatlarını) ne olduğunu ve bize ne suretle geldiğini bir türlü anlamadan gelip geçiyoruz daha açık tabirle böyle getirildik böyle götürülüyoruz, biz yalınız şunu biliyoruz ki biz; kendimizden evvel mevcut olan insanlardan doğduk ve şuna da kani bulunuyoruz ki  bizi onlar yaratmamışlardır. Tahtelcild (deri altında) tekevvün  ettiğimizi (vücuda gelmemizi) anladıktan sonra erkek ve ya dişi olduğumuzu doğmadan anlayamayan insanlar nasıl olurda bizi onlar yaratmış ola bilirler. Sülalei beşer (insan nesli) mütenahi (sona eren) olsun ve gerek namütenahi (sonsuz) bulunsun mütemasilülefrad olduğu için (bir birine benzemesi) birine sabit olan hüküm diğerlerine de sabit olması zaruri bulunduğundan bizden evvel gelip geçen insanlarda bizim gibi aciz ve muhtaç olup gerek kendilerini ve gerek kendilerinden doğanları kendileri  yaratmadıklarına kati bir hüküm verebiliriz.

Sınıfı mümtaz olan (seçilmiş) insanlar böyle olduğu gibi mükevvınati (bütün yaratılanlar) sairenın de hepisi) böyle olması icab edeceği tabiidir. Binaenaleyh bütün a’yanlara (bütün yaratılanların heyeti ve renkleriyle, vasıflarıyla   a’radile, evsafile, I’tibaratile (kıymeti itibariyle) uzüvvi ityan (onundur deye hüküm verme) mala mal (dopdolu) olan ; şu koca alem: Halik’ını, mucidini (yaratanını yoktan var edeni) ,arattırıcı bir eserdir.[2]

Akıl bu eseri gördükten sonra Halik’ını (yaratanını) aramak ihtiyacın,dan,ve bu eserin;(yaratılmış,ların) kendisi eser olmayan bir müessiri,(tesiri edici) bir halikı (yoktan var edeni) bulunmak lazım geldiğine hüküm etmek mecburiyetinden kurtulamaz.

Eğer akıl halikı (yaratanı) bir eser olarak düşünecek olursa şu gördüğümüz mükevenattan biri olup halik olmak şöyle dursun mahlukiyetten (yaratılmışlıktan) kurtulamaz. Binaenaleyh Halik’ın; kendisi eser olmayan bir zat olması lazımdır. Akıl bu vereceği hüküm ile halikını bilmek vazifesini eda etmiş olur.

(Halik’ı lem yezel) (azamet sahibi yaratıcı olan Allah)  kendisi eser olmadığı için akıl onun hakikatini idrak edemez ve bundan mesul (sorumlu,da değildir. Çünkü; bu iktidarının fevkinde (üstünde) bir şeydir. 

(Cenab-ı Allah’ı bilmek de bilmemek de mümkün değildir.)

diye müslümanlar arasında meşhur ve cevÂmiül kelimden sayılan söz,  bu hakikati hülasa suretiyle ifadeden ibarettir ki: eseri bulunduğu (Halik’i lem dezel)in (cenabi allah,ın) varlığını bilmemek mümkün değildir.

Kendisi eser olmadığı için de hakikatını bilmek mümkün değildir demek olur.

Ziya Paşa merhumun:

‘idrak-ı meal-i bu küçük akla gerekmez.

Zira bu terazi o kadar sikleti çekmez.’

Sözü de bu hakikati de anlatmış oluyor. Yoksa merhumun maksadı zan buyurulduğu gibi Cenab-ı Allahın varlığı bilinmez demek olsaydı:

zebun[3] ve acizim rahmet ilahi.

Mede eypadişahlar padişahı’

gibi münacatını râfi bari gah ehadiyet eylemezdi (cenabi hakk,a yüksek hüzurine sunmazdı).

Bazı kimseler kainatı hiç nazardan geçirmemiş (düşünmemiş ve araştırmamış) binaen aleyh bir Halık da (yaratan da)  itikat etmemiştir. Bunlar düşünmeyen kimseler olduğu için ilmi sahada (meydan,da) bunların şahısları muhatap sözleri mevzu bahis olamaz.

Bâzi kimseler de vardır ki kainatı icmalen nazarı tetkikten geçirmiş, (düşünmüş) bir Halık’ın (yaratanın) bulunması lazım geldiğine hüküm etmişlerdir. Fakat bu Halık’ı kainatın (alemlerin) içinde aramak, mükevenattan (yaratılanlardan) birine Halık (yaratan) demek sevdasına düşmüşler insan, taş, toprak, ağaç gibi ayandan göz ile görülebilen şeylerden birine Halık (yaratan) demeğide yakıştıramayarak tabiât ve mühit gibi evsaf ve Ârattan birine nispet etmeyi (uygulamayı)  daha münasip görmüşler,

Tabiât demek: mükevvenattan her şeyin; yekdiğerinden fark ve temyize medar olan haleti mahsusası ve nizamı mahsusu demektir.

Mühit: demek de her şeyin bulunduğu mahal demektir ki, bunlar insanın  evsaf ve Âradından [4] ve îtibaratı nisbiyesinden ibarettir, hepisi mükevvenat cümlesinden,dir; hepisi eserdir.

Eseri: eser olduğu îtibarile bir Halika ihtiyacını anlayıp Hâlik aramaya kalkıp da yine eserlerden birine Hâlik demeye kadar tenezzül  etmek de bir ovada yolunu şaşırmaktan ve çıktığı yere dönüp geri gelmekten başka bir şey değildir.

Bu kâinatın Hâlik’ında (yaratanında) bulunması lazım gelen: hâyât, (diri olmak) ilim (bilgili olmak) , semî (işitici olmak), basar ( görücü olmak) kudret, iradet, kelam, gibi evsaf-ı kemaliyeyi tabiate nisbet etseler bizim dediğimiz gibi  bir Halik kabul etmeğe yaklaşmış olup mücizata bakıp peygamberi tasdik etmek ve ondan halikının evamir (emirlerini) ve nehylerini  (yasaklarını) telakki (kabul) etmek lazım gelecek yalınız adını bilememiş olacaklar (Allah) diyecekleri yerde tabiat demiş oluverecekler halbuki onlar; hakikatı düşünemediklerinden değil; teklifattan kurtulmak için böyle bir yola sapmışlardır.

Bittabi işlerine gelmedi, tabiate kemalat nispet etmediklerinde de kemalatsız bir Halik’ı dillerde tekrar edip durmaktan da sıkıldılar. Buyurduğunuz gibi o koca feylesuflar yekdiğerine münakıd (zıt) nazariyelerle efkari beşeri (insanların düşüncelerini) teşevüşlere 0ğrattılar, terbiye,i fikriyeden mahrum olarak yetişen gençlerde gözlerini açtılar, bu saçmaları gördüler, kendileri düşünmek sahasına geçtikleri için gözlerine ilk defa çarpan hazır sözlere bir kıymet atf  ettiler, bu saçmalara bir felsefe süsü verdiler. Ve sahiplerine de koca feylesuf dediler. Bu nazariyeleri (bu görüşleri) mükerreren tekrar tekrar gözden geçirdikten sonra yekdiğerine (bir birlerine karşı)  mütearız bir takım saçmalardan ibaret müspet bir netice vermediğini anlayanlarda oldu.

Bu vadide (ovada) koca feylesuflar şaştıktan sonra hakikate dahil olmak bizim için mümkin değildir. Diye bir yese (ümitsizliğe) düşerek bu dünyada böyle şeylerle katiyen alakadar olmayıp her kese hüsnü nazar ile bakıp rahat bir ömür geçirmekten doğrusu yoktur diyerek bir karar çektiler, hiç düşünmeden Halik (yaratan) yoktur deyiverenlerle birleşiverdiler, ve bunu felsefeler fevkinde (üstünde) bir felsefe bilerek pek sevdikleri arkadaşlarına aşılamak lütfunda bulunmayı bir vazıfe-ı insaniye bildiler.

Halbuki ortada koca bir din vardır, bunları hal edecek  ilimleri alimleri vardır. Bir de onları dinleyelim demediler. Bu da terbiye-i fikriyenin mefkudiyetinden (kayıp olduğundan) yahut mahdudiyetinden  ileri geliyor.          

Bu hal ecnebiler için  çok görülmez çünkü onlar müntazam bir usul terbiyeye malik değillerdir. Akılları heva ve heveslerine mağlubiyetten kurtaramazlar lakin müslümanlar değişmez bir usulu terbiyeye maliktirler va esefa… (yazık olsun) onlarda bunu ihmal yüzünden onların derekelerine (aşalığına) indiler hakikatlerı dinlememeği, şarlatanlıkla üstünü küllemeyi bir meziyet-i ilmiye zân ettiler. İşte bu hal müslümanlar için çok görülür. Yahut terbiye-i islamiyenin (islam terbiyesinin) la yeteğayar (degişmez) olmasının sebebi min indillah (Allah hazratleri tarafından) münezzel, (indirilmiş) hilkat-ı beşere (yaratılışına) müvafık olarak vâd edilmiş (konulmuş)  olmasından ileri gelir.

Cenabi hak kuran,I kerimde bakara sures,I- 21- 22ayet,I şerifelrde şöyle buyurmuştur:

  meali şerifi:(ey insanlar sizi ve sizden önceşileri yaratan rabbinize ibadet ediniz ki, takvâ sahibiolasınız.)21

22 ( o, öyle bir allah dır ki yeryüzünü, sizin (fayda ve rahatınız) içinbir döşek, semayı(göğü)bir bina yaptı ve sizin için, gökten bit su indirdi de onunla türlü mahsulladen bır rizk çıkardı. Artık sizde allahın eş ve benzeri olmadığını bildiğiniz halde, allaha eşleri koşmayınız. 

 

Ve kuran,I kerimde bakara sures,I ayeti şerife 23 – 24 de şödle buyrmuştur:

mealişerifi: (eğer kulumuza (hazrat,I mühammed aleyhisselama) indirdiğimiz kuran danşüphede iseniz, haydi sizde onun benzerinden (fesahat ve belağatte ona eş) bir sûre getirin ve allah dan başka şahidlerinizi (putlarınızı, şair ve aimlerinizi ) de yardıma çağırı; şayed (bu beşer kelamıdır) sözünde sadık (doğru söyleyen) kimseler ise niz…)23

24- (bunu yapamazsanız ( bir sureye eş getirmezseniz) –ki hiçbir zaman yapayacaksınız –artık o ateşten sakının ki, tutuşturucu odunu (kafir) insanlarla taşlardır. O (ateş)kafirler için hazırlanmıştır.) 

cenabi hak kuranı kerimde bakara sures ayet 25 de şöyle buyurmuştur:

  

meali şerifii:

(habibim) iman edip salıh ameller işleyenlere (şunu) müjdele: onlar için, (ağaçları) altındanırmaklar akar (her türlü meyvalarla süslenmiş ) cennetler var. kendilerine, ne zeman, onlardan bir meyva rızk olarak yedirilirse (her defasında) : bu, daha önce (dünyada) bizim yediğimiz şeydir, diyerek ve o rizk (dünyadakına) benzer olarak kendilerine sunulacak. Onlar için orada tertemiz zecler de var ve onlar, o cennette ebedî olarak kalıcıdırlar.                                        

 

Hilkat-ı beşer-i beşer (insanların yaradılışını) ihata edemez  (bilemez) kaffe-i

ihtiyacatını (ve bütün ihtiyaçlarını)  ve bilhassa (hüsusan) daha ziyade terakki ettiğinde ihtiyacatını şimdiden ihata ederek (bilerek) ona göre vâdi ahkam edemez (hükümler koyamaz) onun için insanlar tarafından mevzu (konulan) kanunlar; ahval (hallere) ve ezmanın ( zemanların) tebeddülil-e tbeddül-e (değişmesile değişmeye) mahkumdurlar.

Lakin Halik-ı beşer; hilkat-ı beşer-i evvel ve ahir (son) kaffe-i ihtiyacatını muhit olduğu  için bu kanunu ancak o (Allah) yapar, başkası yapamaz.

İşte kudreti beşerin fevkinde olarak veda edilen (konulan) bu kanun; (Halik’ı lem yezel)I bilmeyenlere bildirmeye ve Halik’ını bilene de; bu kanun münhasıren[5] onun kanunu olduğunu tanıtmağa kafi bir eserdir.

Bu kanun; insanların hilkatinde mevdu üç mühim mahalli terbiye olup bilumum efal-ı ihtiyariyye-ı beşer, bu üç kuvvetin terbiyesine bliğan ma belağ kafi gelecek hükümleri mühtevi bir kanundur.

Bunun tafsili şöyledir: insanlar da (üç) mühim mahalli terbiye vardır.

Biri akıl biri de kuvve-i batine dediğimiz: gadap, şehvet, gibi kuvvetler, diğeri de mahsus olan azadır.

İnsanların bilumum afal-ı ihtiyariyesi; bu (3) kuvvetin eserile vücuda gelir.

Mesela: bir insan acıkdığında evvela kuvay-ı batina,den kuvve-i şeheviye harakata gelir, gözüne dukunu veren bir taamdan yemek ester bunda gerek halen ve gerek iştikbalen bir zarar melhuz olup olmadığını anlamak için akla müracat eder, akıl da bir zarar var derse vaz geçer yok derse azaya emr eder . Eli, ağzı bu vazıfeyi ifa eder. Eğer kuvay-ı batine terbiye edilmemiş ise şımarıklık yapar. Akla müraveat etmez. Yahut aklın kararın,ı kabul etmez gözünün ildiği yemekden – bu yemek kimindir deye sormadan ve bunda bir zarar var mı yok mu düşünmeden o yemekten yer. Birinde olmazsa birinde kendini felakete uğratır. Akıl da layıkı vechile terbiye olunmadı ise o da kararını yanlış verir yine felaket olur. Azada iyi terbiye edilmedişse başladığı işi matlup vechile vücuda getiremez. Yemek koyacağım derken tabağı kırar, ağzına götürürken üstüne başına döker oda bir zarar açar.

İnsanların bu hali teşkilat-ı askeriyey-i andırır bir haldir. âza; âsker,Kuvve-i batine de; kumandan, akılda erkâni harp mesafesindedir.

Kumanbdan; gördüğü bir menfaâti celp etmek yahut gördüğü bir zararı defa etmek için bir hareketi askeriye  yapmak ister erkan,I harbe müracaat eder. Alacağı bir karar özerine askere hareket emrini verir. Eğer kumandan; erkan,I harbin,I tanımazsa birinde olmazsa birinde felaket muhakkak.

 Eğer erkan,I harp de beyhuş olup kararını iyi veremezse yine felâket olur. Askerde tÂlim ve terbiye görmemiş beceriksiz ise yine felaket velhasıl insanların halen ve istikbalen her türlü saâdet ve felâketleri; yaradılışında mevdu olan bu üç kuvvetten doğar.

 İnsanlar; saâdetlerine o kadar teşne iken bu hususu idrak ile mühim eserler, usul-ü terbiyeler  vücuda getirmişlerdir.

İşte kanun-i ilahi; inanların yaradılışında mevdu olan bu üç kuvveti istihdaf ederek (hedef alarak) onların terbiyesi ve tehzip ve islahı usulen ve füruan mühim ilimleri, usul terbiyeleri mühtevi bulunuyor, aklın terbiyesine aid olan kimine (ilmi akaid), kuvve-i batınanın tehzip ve islahına aid olan kısmına da (ilmi ahlak), azanın tanzim hareketine aid olan kısmına da (ilmi fikih) denmekte, bunların her üçüne birden (ülumü diniiye) tabir olmaktadır. Nazarlarda hakir gösterilen (ulumü diniye) insanları müsteid olduğu kaffe-i kemalate olaşturmaya yekane vasıta olan, beşeri; mislini getirmekten aciz kılan bir usuli terbiyedir.

İşte bu usul terbiye bizde ihmal edildiğinden nakıs yetişenler ehlinden dinleyip yanlışlarını düzeltmeyi bilemediler.

Bir insan Halik’ının varlığını, birliğini ikrar ve peygamberini, kitabını tasdik etdikden sonra bu alemi cedelde bu darı teklif de kayıdsız kalamaz bütün efal ve hareketi ihtiyariyesinin nazımı olan kitabına müvafik haraket etmeğe ve onun hükümlerinden ayrılmamaya gayret göstermesi Kur’an-ı Kerim’in hükümlerinden biridir. Bu suretle Mevlasına ak yüzle kavuşacakdır.

Cenab-ı Hak bu kainatı abes olarak (lüzümsuz) yaratmadı, bu dari iptilada (dünyada) imtihan için yarattı,  en gözel en mükemmel en tesirli en şifalı ilaç islamdır! Ne motlu gemisini kurtaranlara! ne mutlu müslüman olanlara!…                      

 

Müellifi Konyalı

Mağfur ve Merhum  Şeyh Ali Riza kudsi

Efendi Hazretleridir

takdim eden yeğeni A. Kudsi Eminoğlu



[1] Mükevven: hasıl olmuş – yapılmış. Mükevvenat: hüsule gelmiş – vücut bulmuş şeyler.

mevcudat: mahlukat: yaratılmış. Mükevvin: yapan – hasıl eden – hüsule getiren – yaratan :allah,tır. 

[2] - alamet, nişan- cenabi allah,ı gösteren bir alametve nişan,dır.

[3] Zebun: zaif kuvvetsiz.

[4] : arat :ıse renkler  vesıhhat ve afiyet  ayrıla bilen haller vesıfat lar gibi şeylerden ibarat,tir.

Mühit,te çeviren , bulunan yer demkdir.

[5] Yaradilışında bulunan.